Güzel cumartesi..

Pazar, Kasım 22, 2009 Unknown 2 Comments

Bu haftaki cumartesi aktivitelerimiz kahvaltı davetimizle başladı Meryemana ziyaretiyle son buldu. Nihal teyzem bu hafta bizi kahvaltıya davet etmişti, ailecek ona gittik. Mükellef bir kahvaltıdan sonra zavallı öğrenciler(Burak ve Enver :D) bilimum çizimdir, makettir yapımlarına geri döndüler. Biz de kendimizi Şirince yollarına vurduk.

Şirince, Selçuk ilçesinin ismi gibi şirin küçücük bir köyü. Meyve şaraplarıyla ünlü. Neredeyse her meyvenin şarabını yapıyolar. Bunun yanında Ege'ye özgü her şey satılıyor köyde. Zeytinyağı, zeytin, türlü çeşit zeytinyağle sabunlar, köy ekmekleri vesaire vesaire...

İlginç bi bilgi, eskiden köyün adı Çirkince imiş. Sonradan Şirince diye değiştirmişler :) Çok isabetli bi karar olmuş bence, hehe.

Gezinin en eğlenceli kısmı tabi ki şarapları tatma kısmıydı :) Valla hepsinden tattim. Karadut, şeftali, ahududu, nar, kavun, yeşil elma, vişne, çilek.. Yok yok kafayı bulmadım, zaten şat bardaklarının yarısını doldurup tattırıyolar cimriler :P En güzeli karaduttu valla. Hemen aldım tabi, kaçırır mıyım?!?! Tabi ki de bir şişeyle kalmadım. Toplam 4 şişe almış. Şundan da olsun bundan da olsun derken :)

Kafaları çektikten(!) sonra Meryemana'ya gittik, günah çıkarmaya :P E napsaydık yani, şarabın günahıyla mı yaşasaydık!!! Gittik, dualarımızı okuduk, mumlarımızı yakıp dileklerimizi diledik, hacı olduk ve İzmir'e döndük.

Çok keyifli bi gündü. Hava da çok güzeldi zaten, bahardan kalma gibi. Annişle babişe de değişiklik oldu, iyi oldu.

Ha bu arada babam da tattı bi kaç tanesinden şarapların. Ama yorumu kopardı beni. "Aman be ne biçim şarap bunlar böyle, meyve suyu gibi. Pehh!!!" dedi, beğenmedi adam :D

Günden kalan bi kaç foto ile bitireyim yazımı bari...aile saadeti :)


pirenses :P


kahve keyfi sonrası


şaraplarımızı tadıp aldığımız şirin tükkan


köyün genel görünümü


kapanış...

2 yorum var:

Sen de bir şeyler söyle ama, yalnız bırakma beni :)

İlk Levi's kotum :))

Pazar, Kasım 15, 2009 Unknown 2 Comments

Evet yanlış duymadınız. Bu yaşıma geldim ama ilk defa bir Levi's kot satın aldım :D Bu zamana kadar aklın nerdeydi diye sormayın, bilmiyorum. Tamam genel olarak yüksek fiyatlı ama bugün anladım ki değermiş be!! Biçimler güzel, kumaşlar güzel, üzerinde süper duruyo daha nolsun. Kıydım paraya aldım arkadaş. Aslında benim kot almak aklımda yoktu. Anneme almak için girmiştik. Lan dedim 45 yaşındaki kadın alıp giyiyor benim neyim eksik!! Hemen gözüme bi tane kestirdim vee tamam dedim alıyorum bunu. Hatta anne seninkini de alıyorum. Nolacak, sanki her zaman mı alıyoruz :)

Geçen sene de ilk Levi's kıyafetimi şükocum almıştı bana yılbaşında, kırmızı bi t-shirt :)

Karar verdim bundan sonra kot olayına girersem Levi's tan şaşmayacağım. Yılda 1 tane alırım ama tam alırım. Diğğğğğğ mi ;)

merak edenlere not: 571 slim fit modeli, fotodaki. Favorim olabilir bu model :)

2 yorum var:

Sen de bir şeyler söyle ama, yalnız bırakma beni :)

Ahtapotlar gibi sevmek...

Cumartesi, Kasım 14, 2009 Unknown 5 Comments


"Bir zamanlar buraların en iyi dalanı bendim. Diğerleri 3 dalarsa ben 5 dalardım, diğerleri 10 yakalarsa ben 20 yakalardım. Yine bir gün daldım en derinlere. Deniz berrak mı berrak. Ama bir deniz canlısı bile yok ortalarda. Napalım dedim, bazen de kısmetini vermez sana deniz, boş dönmek zorunda kalırsın. Derken son bir kez ortalığı kolaçan ettim. Ne göreyim, ilerideki kayanın üzerine yapışmış, kocaman bir ahtapot bana bakıyor. Yakalayım da, boş dönmeyim. Hem çorbasını yapar bizimkiler, içeriz dedim. Zıpkınımı attım veee tam kafasından vurdum onu. Hızla çekmeye başladım. Sonra bir baktım, kayanın arkasından başka bir ahtapot daha çıktı. Süratle üzerime doğru gelmeye başladı. Ama ahtapotlar saldırmaz ki dedim ve bekledim. Zıpkının ucundaki diğer ahtapota öyle bir tutundu ki, öyle bir kenetlendi ki, ikisini birden kıyıya zor çıkardım. Çocuklar zorlukla ayırdılar ahtapotları ve taşa vura vura öldürdüler. Ben tabi bir taşla iki kuş vurmanın gururunu yaşıyordum. Üstat balıkçının yanına gidip, ahtapotları göstermek için çağırdım. Ahtapotlara baktı, baktı ve "Sen ne yaptın evlat. Bak bu senin öldürdüğün dişi ahtapot. Yeni doğum yapmış, lohusa. Diğeri de onun erkeği. Onun kurtulamayacağını anlayınca onunla beraber ihtihar etmiş." dedi. Her gece rüyama girdi o ahtapotlar. Ben de bir daha dalmamaya yemin ettim. Zıpkınımı ortadan ikiye ayırdım, paletlerimi yaktım..."

Bu akşam gittiğim Yollarda isimli Devlet Tiyatrosu'nda geçen bir hikayeydi bu. Kadın, sevgini anlat bana dedi karşısındaki kıza. Kız nasıl yani diye cevapladı. Kadın mesela ahtapotlar gibi seviyor musun onu dedi ve ardından bu hikayeyi anlattı.

Etkilendim çok. Sevmek böyle bir şey mi olmalı, yoksa her şeyin fazlası felaketi mi getirir, bilemedim.

Bu arada oyun gerçekten güzeldi. Özellikle başroldeki kadın mükemmel oynadı, tüm o içinde bulunduğu duyguları iliklerimize kadar hissettirdi bize de. Bir 12 Eylül hikayesiydi. İzleyin ;)

5 yorum var:

Sen de bir şeyler söyle ama, yalnız bırakma beni :)

İstanbul(Pazar)

Pazar, Kasım 01, 2009 Unknown 0 Comments

Gelelim pazar günkü yaptıklarımıza. Sabah mükellef bir kahvaltıdan sonra kendimizi yine sokaklara attık.

İlk durak Bebek'ti. Orda meğer çok meşhur bi wafflecı varmış: Abbas (babamın kulakları çınlasın :D) Yer misiniz dedi Begüm, ben de deli misin ya sorman hata dedim :) 3546545342521787 tanesini ard arda yiyebilecek kadar çok seviyorum arkadaş ben bu meredi. Tabi hemen gittik, aldık leziz wafflelarımızı. O kadar açgözlü ve bencilim ki waffle konusunda, Aybo'nun bir tanesini paylaşma teklifini anında reddettim!!! Veeee koca bir tanesini afiyetle mideye indirdim, ohhhhh.

Bu kadar koloriyi alınca bari şöyle sahil boyu yürüyelim dedik. Yürürken ne göreyim Boğaziçi'nin kampüsü. Oha be arkadaş, ne biçim yere kurulmuş üniversite öyle. İsminin hakkını fazlasıyla veriyo valla. Kıskançlık krizim tuttu ve orda okuyanlara içimden "Şanslı köpekler!!!" diye de saydırmadım değil. Tabi dağın başında geçince tüm üniversite hayatım, böyle şeylere gıcık oluyorum zaman zaman :D

(Hayır farkında mısınız ama hala yiyoruz, hehe)
E madem tatlı yedik, üstüne kahve içmeden olmaz. Şu yukarıdaki güzel manzaraya nazır Nero Cafe'de, takıldık biraz. Hem dinlenmiş de olduk, iyi oldu.

E madem öyle Ortaköy'e de uğramadan kapatmayalım İstanbul gezimizi dedik ve hoooop kendimizi orda buluverdik. Şarap içelim dedi Begüm, biz de hiç kırar mıyız onu :) House Cafe adındaki cafe zincirinin Ortaköy ayağında bir yer kaptık kendimize ve şu güzel fotoyla bir İstanbul macerasının daha sonuna geldik.


Ama İstanbul ile ilgili söylemeden de geçemeyeceğim bir kaç şey var, içimde patlamasın. Ben bir kez daha bu şehirde yaşamaya mecbur kalmamak için bol bol dua ettim. Yok yani bir yerden bir yere gitmek, eğer yürüyerek yapmıyorsanız bu işi, gerçekten işkence. O ne trafik, o ne kalabalık. Hoş cumartesi akşam yürüyerek bile zor yaptım ya o işi. Alt tarafı Taksim meydandan GS lisesine gitmek istemiştim. Ama o yol uzadıkça uzadı. Bi ara çıldıracak gibi oldum. İnsanlar üstüme üstüme geliyolarmış gibiydi. Çok çaresiz hissettim ya. O an dedim, yok yok olmaz burda. Gel, gez, git. Bu kadarı yeter sana pın.

Canım İzmir'im ya, seni hiç bi yere değişmem. Bunu böyle bil ve sakın üzülme olur mu seni terkederim falan diye :)

0 yorum var:

Sen de bir şeyler söyle ama, yalnız bırakma beni :)